OSMAN NALBANT: “YARINLAR BUGÜNLERDEN MÜSPET OLACAKTIR."

 

Nuri Pakdil’le birlikte Edebiyat dergisinde de uzun süre çalışan Osman Nalbant’la önceki sayımızda başlattığımız söyleşiye kaldığımız yerden devam ediyoruz. Osman Nalbant’ın anlatımında Bosna-Hersek, Kahramanmaraş’ın dünü ve bugünü, Fethi Gemuhluoğlu ve daha birçok konu, farklı açılarıyla yansıyor.

 

Hayatının önemli bir dönemini de Bosna’ya vakfetmiş birisiniz. Bosna ile münasebetleriniz nasıl başladı, orada ne gibi faaliyetlerde bulundunuz?

 

Bosna’ya ilk ziyaretimi 2003 yılında genel müdürlüğüm döneminde Kültür Bakanımızın da katıldığı küçük bir grupla birlikte yaptık. Saraybosna, Mostar, Blagay, Poçiteli ve vezirler şehri diye anılan Travnik şehirlerini ziyaret ettik. Ziyaret ettiğimiz her bir il her şeyiyle ben bir Osmanlı şehriyim, o kentlerde yaşayanlar da bizler Osmanlıyız der gibiydi. Doğrusu ben çok etkilendim. Sadece ben değil gruptaki herkes çok etkilendi. Sanıyorum kafiledeki herkesin Bosna’ya ilk gidişiydi. Görevden ayrıldıktan sonra hemen her yıl en az on günümü geçirmek üzere Bosna’ya gittim. Dergi çıkarmaya başlayınca da derginin ilk özel sayısını “Medeniyetimizin Batı Yakası Bosna” olarak çıkarmaya karar verdik ve bir grup yazar arkadaşla Bosna’nın önemli merkezlerinin büyük bölümünü ziyaret ettik. Yazar, şair, sanatçı ve bürokratlarla tanıştık. Onlardan Bosna ile ilgili hem bilgiler aldık hem de çıkaracağımız Bosna özel sayısına yazı ve şiirleriyle katkı vermelerini istedik.

 

2008’de dergiden ayrıldıktan sonra kader bizi Bosna’ya çekti. İki yıl Sarajevo’da Uluslararası Saraybosna Üniversitesinde görev yaptım. Bu süre içinde Bosna’yı daha iyi tanıma, daha çok Boşnak insanla tanışma, dostluk kurma imkânım oldu. Çocuklarım da Boşnak arkadaş edindiler ve Boşnak dilini öğrendiler. Bosna’dan dönüşümden sanırım bir yıl kadar sonraydı. Maraş’tan yakın bir dostum ısrarla birlikte Bosna’ya gitmemizi istedi. Daha yeni açık kalp ameliyatı geçirmiş olmama rağmen onu kıramadım, bir kış günü Bosna’ya gittik. Gezimizin son günü vezirler şehri Travnik’teydik. Parti kongresinden dönen ASDA Partisi yetkilileriyle gecenin geç bir saatinde bir kafede sohbet ediyorduk. Sohbet esnasında heyette bulunan savaş komutanlarından biri “Biz çocuklarımız Türkçe öğrensin istiyoruz, bunun için başvurmadığımız Türk kurumu kalmadı fakat dilekçelerimize yanıt verme nezaketini bile göstermediler,” diye büyük bir üzüntüyle sitemini dile getirdi. Ben de hazirana kadar ölmezsem gelip sizin çocuklarınıza Türkçe öğreteceğim, diyerek başlamış oldu. Yazın Cazin’e gittiğimde gençler Türkçe öğrenmek için heyecanla kayıtlarını yaptırmışlar, bizi bekliyorlardı. İki yıl belediye meclis salonunda ders verdim. Daha sonraki yıllarda medrese binasını tahsis ettiler. Ocak ayında kursa katılan öğrencilerden en başarılı olan 35 öğrenciyi uçak biletlerini alarak Maraş’a davet ettik. Bu öğrencilerden 10’unu MADO'dan- Atilla Kambur Bey, 10’unu Onikişubat Belediyesi, 10’unu da Büyükşehir Belediyesi misafir ettiler. Diğer 5 kişiyi ben ve arkadaşlarım misafir ettik. Bu misafirliği gösterdikleri için hepsine ayrı ayrı müteşekkir ve minnettarım. Daha sonraki yıllarda da aynı kadirşinaslığı gösterdiler. Sütçü İmam Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Durmuş Deveci Bey de o öğrencilerden on kişinin değişik bölümlerde eğitim almalarına destek verdi. Durmuş Beye de minnettarlığımı belirtmek isterim. Türkçe kurs maceramız beş yıl devam etti. Bir yıl da sen ve Bilge (İlbey) birlikte katkı verdiniz. Size de teşekkürler. Bu arada sen de biliyorsun Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi ile Cazin Belediyesini, Onikişubat Belediyesi ile Bosanska Krupa Belediyesini, Dulkadiroğlu Belediyesi ile de Bujim Belediyesini “kardeş belediye” yaptık. Sağ olsun Belediye Başkanlarımız kardeş belediyelerinde Ramazan iftarları verdiler. İlişkilerini geliştirirler mi bilmiyorum, benzer bir kardeşliği de Sütçü İmam Üniversitesi ile Mostar, Sarajevo, Travnik, Bihaç ve Zenitca Üniversiteleri arasında gerçekleştirdik.

 

Önemli bir noktayı vurgulamam gerek. Söz konusu bu bölgeler Osmanlı’nın ulaştığı en son sınırlar. Bu güne kadar bu bölgelere Türkiye’den hiç kimse gitmemiş. Cazin’e 1887’den bu yana ilk giden Türk ben olmuşum.

 

Bosna bizim için ayrı bir başlık oluşturabilecek bir konu aslında. Umarım, o güzide beldeleri bir turist edasıyla değil kardeşlerimizi ziyarete gittiğimiz memleket sevdasıyla adımlarız. Biraz önce geçen bir bahiste Maraş’ı anlamak için dününü anlamak gerekli demiştiniz. Dünden bugüne Maraş’ı değerlendirecek olursak neler söylersiniz?

 

Daha önce belirttiğim gibi, rahat ve sakin bir yaşam sürmek istiyorsanız daha uygun bir yer bulmak çok zor. Nitekim Maraş’ta memurluk yapan başka şehirli insanların emeklilik dönemlerini geçirmek için Maraş’ta kalmaları bu yüzden. Fakat zaman zaman arkadaşlarla Maraş’ın dünü-bugünü konusunu konuşurken farklı kanaatlerde olduğumuzu görüyorum. Onlar, toplumun bozulduğunu, eskiden çok daha dürüst, bilgili, geleneklerine saygılı, daha görgülü, daha donanımlı, daha dindar olduğu fikrini savunurken ben bunun tam aksi düşüncede olduğumu söylüyorum.

 

Eğer eski Maraş hatta Türkiye toplumunun daha meziyetli olduğunu savunurken “eskiden” maksat Osmanlı dönemi kastediliyorsa bu elbette doğru. Ama 1920 sonrasından bahsediyorsak bunun doğru olması söz konusu bile olamaz. 1900’lü yıllar Osmanlı’nın 7 cephede savaştığı, yüz binlerce yetişmiş insanını şehit verdiği yıllar. Arkasından savaşlardan geriye sağ kalan donanımlı insanların da kurulan yeni devletle devrimlere karşı gelme bahanesiyle susturulduğu ya da tüketildiği yıllar. Harf devrimiyle de okur-yazar oranının sıfırlandığı, en az bin yıllık geçmişin birikiminden faydalanamaz hâle gelen bir toplum… Zamanın en önemli eğitim kurumları olan medreselerin, tekkelerin kapatılarak dini, ilmi ve ahlaki eğitim almanın imkansız hâle gelmesi, hatta “Allah” demenin bile yasaklanması bir toplumu ne hâle getirir? Sonrasında tarihinden, dininden, kültüründen, gelenek ve göreneklerinden uzak hatta tüm bu değerlerine karşı çıkan yeni nesillerin yetiştirilmek üzere politikalar ve kurumlar oluşturulması… Osmanlı’ya, padişaha yani aynı zamanda İslam halifesine başkaldıran eşkıyaların romanlarının yazılması, filmlerinin yapılarak sinema salonlarında oynatılması, bunların gençlere “rol model” olarak sunulması… Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Bu anlayışlarla yetiştirilen insanların oluşturduğu bir toplum bizim savunduğumuz değerler çerçevesinde olumlu sayılabilir mi? Bu olumsuzluklara 1950’den itibaren biraz müdahale etmek isteyen Başbakan idam sehpasında can verdi. İkinci hamle 1980’li yıllarda Özal tarafından yapıldı, biraz mesafe alındı ama ona da bir şekilde dur denildi. İyileşme, yeniden dirilme adına üçüncü hamlenin devam ettiği dönemi yaşıyoruz.

 

Sözü biraz uzattım galiba. Ama söylemek istediğim şu; Maraş’ta 1910’lu yıllarda 15bin civarında insan yaşıyordu. Bunların yarıya yakınını Ermeni ve Yahudi nüfus oluşturuyordu. Geriye kalan yarısının devam ettiği, eğitim gördüğü, otuzun üzerinde sadece Mevlevi dergâhı vardı. Ayrıca Nakşi dergâhları, Kadiri dergâhları ve diğerleri… Sonraki yıllarda bunların yerini şehirde pavyonlar, gazinolar, kumarhaneler aldı. Eşkıya roman ve hikâyelerinden ilham alan kabadayılar ve eşkıyalar her mahallede boy gösterdi. 2020’li yıllara geldiğimiz bu günler asırlık dönemin her yönüyle en müspet olduğu dönemdir ve yarınlar bugünlerden daha müspet olacaktır.

 

Hocam, sizi çok yordum ama son bir soru daha sormak istiyorum. İçinde bulunduğunuz çevre ve aktif bir şahsiyet olmanız sebebiyle pek çok ilim adamı, sanatçı ve politikacıyla dostluğunuz var. Bu insanlarla yaşadığınız hatıralardan birini bizimle paylaşır mısınız?

 

Rahmetli Fethi Gemuhluoğlu İstanbul’dan Ankara’ya her gelişinde edebiyat dergisinin ofisine de gelirdi. Biz de Fethi ağabeyi görmek ve onu dinlemek için ofiste olurduk. Ofis küçük olduğu için ancak 8-10 kişi bu şansa sahip olurdu. Sohbetleri genellikle gençlerin “yarının aydınlık Türkiye”ne hazırlanmaları üzerine olurdu. Bunun için insanın aşık olması gerektiğini söylerdi. Çünkü ona göre her şeyin anahtarı “aşk”tı. Aşk, Allah’ın bir kulunu sevmek, kendini ona adamakla başlardı. Allah’ın bir kuluna âşık olamayanların ne ailesine ne ülkesine ne de inandığını söylediği davasına hizmet etmesi mümkün değildi. Âşık olamayan insan iyi bir insan olamaz, âşık olamayan insan iyi bir Müslüman olamaz, âşık olamayan insan hele hele ehl-i dil, ehl-i takva hiç olamaz, derdi.

 

O nedenle kendisini dinlemeye gelen gençlere; “Âşık oldun mu, ne zamandan beri, aşkın hâlâ sürüyor mu, bundan dolayı çevrene rezil oldun mu?” gibi sorular yöneltir, aldığı cevaplara göre de gençlere değer verirdi. Arkadaşlardan biri rezil oldun mu sorusuna evet yanıtını verince, “Rezaletin boyu ne kadar?” diye sormuş, o da diz boyu ağabey deyince Fethi ağabey “Yetmez, boyu aşmalıydı.” demiş ve bu cevabıyla hepimizi derinden etkilemişti.

 

Bir başka gelişinde yine o gün ofiste bulunanları benzer sorgulamadan geçirdikten sonra bana fakültedeki başarı durumumu sordu. Ben “iyiler arasında” dediğimde bunun sorusunun cevabı olmadığını, sınıfta birinci mi, onuncu mu, kaçıncı olduğumu net söylememi istedi. Fethi ağabeye birinciyim diyememenin ezikliğiyle ilk üç arasındayım, dedim. Fethi ağabeyin birinci olmadığım için bana kızmasını beklerken o “güzel, sınıfta birinci olan hayatta birinci olamaz” dedi.

 

Sonra sınıftan daha ziyade hayatta başarılı olmamız gerektiği üzerine sohbetini sürdürdü.

 

Söyleşi: Sibel Kök

 

Evelâhir Sayı - 6